İstanbul Kültür Üniversitesi İktisat Bölüm Başkanı Prof. Dr. Sinan Alçın Ana Sayfa > Seçtiğiniz Site Kısmı > 

Prof. Dr. Kerim Sinan Alçın

İstanbul Kültür Üniversitesi İİBF İktisat Bölümü Öğretim Üyesi

Verimliliğe dayalı rekabet, yerini niteliksel ürün rekabetine bırakıyor

“Sanayi 4.0 dönüşümü kaçınılmaz. Ancak bu dönüşüm, firmaların tekil olarak başarabilecekleri bir süreç değil. Sanayi 4.0 konusunda ülke ekonomisinin öncü güce kavuşabilmesi ve niteliksel ürün rekabetine geçilebilmesi için genel sanayi ve eğitim politikalarının da bu süreci desteklemesi gerekiyor.”

Global ekonomilerde sanayide ne gibi gelişmeler olmaktadır? Sanayi 4.0 gibi stratejik, dünyada sanayiye yön verecek önemli gelişmeleri okurlarımızla paylaşır mısınız?                   

1990’ların başından itibaren üretimin batıdan Çin başta olmak üzere yarı-çevre ülkelere doğru kaydığı bir küresel iş birliğine tanıklık ettik. 2010’lu yıllara taşınan bu eğilim dikey disentegrasyon süreciyle de desteklendi. Bunun sonucunda, kat değerin de batıdan yarı-çevre denilebilecek gelişmekte olana ülkelerin bir kısmına doğru kaydığını gördük. 2000’lerin başında ABD’de ve daha sonra da Almanya’da “doğu”ya kayan katma değerin tekrar batıya çekilmesi için model üretim organizasyonları üzerine çalışmalar oldu. 2011’de Alman Bilim ve Mühendislik Enstitüsü Müdürü Kagermann ve arkadaşları tarafından “Sanayi 4.0” bir paradigma olarak ilan edildi. 2011’deki makale sonrasında Alman hükümeti bu paradigmayı resmi metine dönüştürürken, Avrupa Konseyi de 2015’te raporlarında Sanayi 4.0 sürecini tanımladı. Bu aşama Türkiye açısından da sürecin kaçınılmaz bir entegrasyonu gerektirdiği gerçeğiyle bizi yüzleştirdi.

Almanya ve Avrupa Konseyinin politika çerçeve metinleri kadar Hannover Fuarı ve Dünya Ekonomik Forumunda Sanayi 4.0 temasının öne çıkartılması konunun popülerliğini artırdı.

Sanayi 4.0 sürecinin iki tane özü bulunuyor. Bunlardan ilki teknik öz ve ikincisi sosyal öz. Teknik öz, sensor teknolojisine dayanıyor. Yapay karar alma sistemlerinin veri toplayıp yorumlamasına yarayan onlarca faklı türden sensorun gelişimi süreci besledi. Öte yandan Sanayi 4.0’ın sosyal özü olarak da “ilişkisellik” öne çıktı. Bu ilişkisellik tedarik, lojistik, imalat, depolama sistemleri, tasarım, pazarlama, satış, servis, tüketici deneyimi gibi birçok aşamada küresel partnerliklere açık olmayı gerektiren bir durum oluşturdu.

Bu arada Türkiye sanayisi açısından da başta otomotiv ve beyaz eşya olmak üzere yüksek katma değer yaratan hemen her sektörde Sanayi 4.0 dönüşümü kaçınılmaz bir süreç olarak yaşandı. Özellikle tedarikçi firmaların üretim standartlarında Sanayi 4.0 uyumluluğunu yakalamaları, mevcut işlerin devamı ve yeni iş bağlantıları için kaçınılmaz bir durum haline geldi.

Sanayi 4.0’ın üzerinde yükseldiği; yapay zekâ, nesnelerin interneti, eklemeli üretim, büyük veri, bulut teknolojileri, kompozit malzeme, biyoteknoloji gibi alanlardaki yenilikler yanında yapı olarak da hem doğayı koruyan hem de tüketici deneyimini tasarımdan prototipe kadar üretim sürecine katan bir perspektifi öne çıkarttı.

Sanayi 4.0 her ne kadar teknik ve metrik bir konu gibi düşünülse de işin hem başında hem ortasında hem de sonunda insan var. Dolayısıyla Sanayi 4.0 konusunda ülke ekonomisinin öncü güce kavuşması ve artık sonuna doğru yaklaşılan “verimliliğe dayalı rekabet” yerine “niteliksel ürün rekabetine” yönelebilmesi için eğitim ve sanayi politikalarını sürekli çağın gereklerine göre yenilenmesi gerekiyor.

Ne ilginçtir ki, bir anlamda başını Çin’in çektiği taklit ekonomileri karşısında tekrar gücü ele almak için ortaya atılan Sanayi 4.0 paradigmasının dayandığı teknolojilerin tamamında 2015 sonrasında en çok yatırımı yapan ülke yine Çin! Yani bir anlamda Çin, Sanayi 4.0’ı da taklit etti diyebiliriz.

Sanayi 4.0 dönüşümü kaçınılmaz. Ancak firmaların tekil olarak “başarabilecekleri” bir süreç değil. Genel sanayi ve eğitim politikasının da bu süreci desteklemesi gerekiyor.

“Ekonomide yaşanan durumun tamamen ortadan kalkması ekonomik önlemlere değil pandeminin problem olmaktan çıkmasına bağlı.”

Covid-19 aşısındaki gelişmeler Türkiye ekonomisini ne yönde etkileyecek?

2020, nasıl pandemi yılıysa 2021 de aşı yılı. Pandemiden çıkışın tek anahtarı olarak da aşı görünüyor ve bu konudaki hızlı gelişmeler gerçekten umut verici. Ancak, nasıl pandeminin ülke ekonomileri üzerindeki etkileri eşit dağılmadıysa aşının kendisi ve olumlu etkileri de tüm ülkelere eşit yansımayacak. Halihazırda dünyadaki aşı stokunun yüzde 75’i sadece 10 ülkede toplanmış durumda. Aşıyla tanışma şansına kavuşmuş ülke sayısı henüz toplam ülke sayısının yarısına erişmedi.

Covid-19’un Dünya Sağlık Örgütü tarafından pandemi olarak ilan edildiği Mart 2020’de, ekonomide yaşanan durum; üretimde ani duruş, tedarik zincirlerinde kopma ve yaygın istihdam kayıpları olarak karşımıza çıktı. Bu üç etkinin tamamen ortadan kalkması ekonomik önlemlerle değil, yine pandeminin problem olmaktan çıkmasına bağlı.

Virüsün yayılım hızında pek azalma olmasa da aradan geçen bir yıldaki öğrenme süreci tüm dünya ekonomisini pandemi karşısında daha dayanıklı hale getirdi. Dolayısıyla bu yıl, belirsizlik içinde hareket etmeyi öğrendiğimiz bir süreç oldu. Çevik, güçlü bağlantıları olan ve risk yönetimi konusunda profesyonel davranan firmaların süreçten daha az yarayla çıkmakta olduğunu söylemek yanlış olmaz. Pandemiden sonraki dünya ekonomisi (post-pandemi) nitelikli ürün ve güvenli tedarik hatlarına sahip olan ülke ve sektörlerin yanında güçlenecek. Dolayısıyla hiçbir sektörün ya da firmanın pandemiden sonra eski alışkanlık ve iş yapma biçimleriyle/ürünleriyle yola devamı mümkün değil. Bu kuvvetli yıkım, yeni dünyanın şifrelerini de içinde barındırıyor.

“Yıl sonu Dolar/TL kuru beklentim 8,50 TL”

Döviz kurlarında hareketliliğin önümüzdeki dönemde devam etmesini bekliyor musunuz? Dolar, Euro, enflasyon ve altın gibi veriler konusundaki beklentinizi paylaşabilir misiniz?

Ağustos 2018’deki kur şoku sonrası yaşadığımız dört atak da gösteriyor ki hem gelişmekte olan ülkelerin genelinde ve hem de ülkemizde küresel riskler varlığını sürdürüyor.

Özellikle ABD başta olmak üzere, gelişmiş ekonomilerin 25 trilyon doları geçen parasal genişleme adımları; değerli maden, metal ve gıda emtiasındaki fiyat balonlarını desteklerken, para piyasalarındaki kırgınlığı da destekliyor. Öte yandan yeni ABD yönetiminin 1,9 trilyon dolarlık destek paketi de ABD içerisindeki enflasyon beklentisini yüzde 3’lere yaklaştırdı. Bu durum yılın ikinci yarısında Fed (Federal Reserve) tarafından bir “sürpriz” faiz artırımını tetikleyebilir. Böylesi bir hamle gelişmekte olan ülkelerden para-sermayenin hızla “ana kucağına” doğru yöneleceği bir durum yaratabilir. Bu durum, bütün gelişmekte olan ülke ulusal para birimlerinde hızlı değer kayıplarını besler.

Küresel risklerin yanında Türkiye ekonomisi özelinde; siyasi belirsizlikler (ABD ilişkileri, Doğu Akdeniz, Anayasa tartışması gibi), reform tartışmaları, TCBM rezerv düzeyi, hazine gerekleri, yüksek enflasyon gibi risklerin de birden ortadan kalkmayacağı varsayımıyla yıl sonu Dolar/TL kur beklentimi (8,50 TL) koruyorum.

“Dolaylı vergi gelirleri, enflasyonist eğilimleri besliyor”

Avrupa ile Türkiye’nin vergi gelirlerinin dağılım durumunu karşılaştırabilir misiniz?

En önemli ekonomik partnerimiz olan Avrupa’da toplam vergi gelirlerinin yüzde 25’ini dolaylı vergiler ve yüzde 75’ini dolaysız vergiler oluşturuyor. Bizde ise tersine, vergi gelirlerinin yüzde 75’i dolaylı vergilerden oluşuyor. Bu durum hem enflasyonist eğilimleri besliyor, hem de gelir dağılımı eşitsizliğini kalıcı hale getirerek, uzun erimli yatırım ve tüketim iklimini zedeliyor.

Türkiye’nin yakın dönem dış politik ve ekonomik politikalarının tamamı ABD-AB arasındaki ilişkinin seyrine bağlı.

Pandemi sürecinde AB ülkelerindeki gelişmeleri değerlendirir misiniz?

Pandemi sürecini AB sadece sağlık önlemleri boyutuyla değil, ekonomik olarak da içe kapanarak geçiriyor. Örneğin 2020 yazında vaka sayıları bizimle benzer olan İspanya ve Yunanistan’a turizm hareketlerine kısıtlama getirmeyen AB, Türkiye için aynı “anlayışlı” tavrı göstermedi. Tedarik zincirlerinin yeniden şekillenmesi konusunda da AB’nin daha fazla içe kapandığını gördük.

En önemli ekonomik partnerimiz olan AB ile siyasi olarak bir yakınlaşma çabamızın öne çıktığını söylemek yanlış olmaz. Ancak bundan sonraki dönemde AB ile gerçekleşecek ekonomik ilişkilerimizin yönü esas olarak, ABD ile ilişkilerimizin seyrine bağlı. Bir yanda Asya Pasifik’te dünyanın en büyük ekonomik birliği (RCEP) kurulurken, şimdi gözler ABD ile AB arasında Trump döneminde askıya alınan Transatlantik anlaşmasının yeniden anlaşma zeminine getirilip getirilmeyeceğine çevrildi.

Türkiye’nin yakın dönem dış politik ve ekonomik politikalarının tamamı ABD-AB arasındaki ilişkinin seyrine bağlı. ABD-AB cephesiyle yakınlaşma hızı, ülke ekonomisi açısından risklerin azalıp potansiyelin artmasını desteleyebilir. Öte yandan Britanya ile imzalanan Serbest Ticaret Anlaşması, ülkemiz ekonomisi için önemli bir kazanım oldu.

“Otomotiv sektörünün geleceği, teknolojik gelişmeler kaynaklı zorlukların aşılmasına bağlı”

Otomotiv sektörünün Türkiye ekonomisine olan katkısı hakkında ne düşüyorsunuz?

Otomotiv sektörü halihazırdaki ihracat potansiyeli, ülke ekonomisine sağladığı katma değer, yarattığı istihdam olanakları yönüyle “stratejik” önemini koruyor. Yeni üretim teknolojilerinin en hızlı uygulandığı ve geliştirildiği sektör olarak otomotiv, bir yönüyle de dönüm noktasında. 2008 Küresel Krizinin en çok vurduğu sektörlerden biri olan otomotivde, küresel ölçekte birleşme, satın alma ve iflaslarla tekelleşme eğilimi yoğunlaştı. Ardından sektör, küresel teknolojik gelişmelere hızla adapte oldu. Otomotiv sektörünün ajandasında yer alan; elektrikli motor ve batarya sistemleri, akıllı sensorlarla donatılmış araçlar, UX/UI platformlar, otonom araç teknolojileri sektörün ana aktörleri ve yan sanayii için zorlu görevler yüklüyor. Bu “zor”un aşılması, sektörün geleceği için hayati öneme sahip. Bu noktada ortak araştırma merkezleri, nitelikli istihdam projeleri gibi çalışmaların desteklenmesi büyük önem arz ediyor.


Lütfen Tüm Üyelerimiz için Tıklayınız >




prev
next